25 Ağustos 2008 Pazartesi

Gel Keyfim Gel

Sene bindokuzyüz-kimbilir; Osmanlı Arşivlerinin açılmasına ilişkin ciddi bir aydın talebi var ve dönemin hükûmet yetkilileri de "Olur, açalım!" diyor, lâkin, Osmanlıca bilen nerde? Öyle üç - beş kişiyle olacak iş değil ki bu. O halde, önce Bakanlık kararıyla kurslar açalım; bir süre bilenler bilmeyenlere öğretsin; sonra bir sınav açar içlerinden en iyi bilenlere görev veririz diyorlar. Bıy bıy, bıy bıy ! Benim arayıp ta bulamadığım. Yok efendim, bendeniz arşivlerle değil, doğrudan Osmanlıca'nın kendisi ile ilgiliyim. Nasıl da yoğun çalışıyorum o zamanlar, bir kursu takip edecek zaman şöyle dursun, kurslara kayıt olacak vaktim yok. Nitekim; gece ile gündüzü birbirine katıp, takvimi şaşırdığım için, tam da verilen sürenin bittiği gün gitmişim kayıt olmaya. Öyleydi, böyleydi derken bütün şirinliğimi kullanıp, etrafıma toplanan herkesi, Osmanlıca'nın benim tarafımdan öğrenilmeye ne kadar ihtiyacı olduğu konusunda iknâ etmeyi başarmıştım. Git, bize anlattıklarını bir de İl Milli Eğitim Müdürüne anlat, o da "he!" derse bu iş tamamdır dediler. Öyle de oldu ve ben son kursiyer olarak adımı tarihi kayıtlara geçirdim.

Dersler, şehrimizin şanlı kütüphanesinin esrârengiz odalarından birinde veriliyordu ve ben daha ilk derse on dakika gecikmeli girmiştim. Yani tanışma faslının sonunda. Hoş değil tabii; bir oda dolusu yabancının, on dakikada birbiriyle kaynaşıp, kıdem yaparak, "biz birbirimizi biliyoruz da sen kimsin?" der gibi bakışlarla sizi süzmeleri. Kem-küm ederek, usulca gösterilen sandalyeye iliştim. Her renkten insanın olduğu, karman çorman bir sınıfın içinde olduğum varsayımıyla, arada kaybolacağımı sandığımdan çekingenliğimi çabuk attım. Ta ki şehrimiz üniversitesinin Edebiyat Fakültesi profesörlerinden olan hocamızın "ara verelim" dediği âna kadar. O on dakikalık arada anladım ki; sınıfımız tam anlamıyla iki guruptan müteşekkil. Birinci gurup: orta yaş ve üzerindeki camii imam ve hatipleri. Pek çoğu Osmanlıca'yı bilmekte fakat, bakanlık imzalı bir sertifikaya göz dikmekte. İkinci gurup ise; İlâhiyat ve Edebiyat Fakültelerinde tahsil görüp, Osmanlıca dersinden bir türlü geçemeyen, ikmâllik, yağcı öğrenciler. Ya ben ??? Her iki gruba da dâhil olamayan Fasûlye !!! Bu durumum, süratle beni sınıfın maskotu konumuna itiverdi.


Konular herkese anlatılıyor lâkin, bir tek bana anlayıp - anlamadığım soruluyor, yahut bir benim safdilli sorularım -nedense- mûzip bulunup, mütebessim bir edâ ile yanıtlanıyor. Aslında alınıyorum tüm bu olup bitenlere ama, hayır, kararlıyım, gururum Osmanlıca öğrenme aşkıma engel olmamalı. Hem öğrendiklerimden de çok keyif alıyorum. Ev ödevi veriyor hocamız, aksatmadan çalışıyorum, evin duvarları kısa zaman içinde, ispirtolu kalın kesik uçlu kalemlerle Osmanlıca yazdığım abuk sabuk duvar kağıtlarıyla döşendi. Tabii; Osmanlıca öğrenirken nasıl ve hangi şekillerde yazıldığını da öğrenmelisiniz ki metinleri çözebilesiniz. Kûfî var, sülüs var, nesih var, celî var, rik'a var... Var da var yani ve bu varların da birbirinden farkı var.

Bir gün; "Hat Sanatı" diye bildiğimiz, Osmanlıca yazı çeşitleri konusu bitmişti nihâyet. Bitmişti ya, bakalım öğrenebilmiş miydik? Osmanlı'nın en büyük hattatlarının eserlerinden oluşan, kalın, kuşe baskılı bir kitap azmanı ile derse başladı hocamız. Sıra ile herkese bir sayfa açıp, okumasını ve tanımlamasını istiyordu. Vee tabi ki sıra bana da geldi. Niyeyse herkes peşinen bir güldü.

Bana düşen; İsmail Hakkı Altunbezer'in celî bir levhasıydı, üç sözcükten oluşuyor ve her sözcük de "k" (bazen de "g") sesini okutan "kef" harfiyle başlıyordu. Elifti, lâmelifti derken, yüksek bir sesle hiç düşünmeden okuyuverdim levhayı : Kel! Keyfim! Kel! Cümle ağzımdan çıktığı gibi, yaptığım hatayı farketmiştim ama, çok geçti. Bütün sınıf çoktan gülmek mevhûmunu katılmak boyutuna taşımıştı. Evde sayfalar dolusu "Bu da Geçer Ya Hû" yazdığımı hatırlıyorum sonra. Aslında bu iki cümlenin İstanbul'un işgâl yıllarına dayanan düşündürmatik bir öyküsü de var. İşgâl sürerken aydınlık kafalı, esnaf bir hazret, bomboş vitrinine işgâl bitene kadar "Bu da Geçer Yâ Hû" yazılı hat levhasını koymuş; işgal sona erip, düşman defedilince de "Gel Keyfim Gel" yazılı hat levhası ile değiştirmiş. O vakitler, protesto linkleri ve sanal imzalar olmadığından, hazret, böyle bir protestoyu tam da cuk oturtmuş doğrusu. Yıllar sonra azıcık rezil olmama sebep olmuş, ne gam? Daha beterlerine tanık oldum çok sonra.

2005 yılının yaz sonları "İstanbul Yaya Sergileri" kapsamında Karaköy'deki bir binaya bu iki yazıyı bir bez afiş marifeti ile astıklarında oldukça tanımsız bir gürûh "Ahha da laiklik elden gitti işte!" diyerek olay çıkarıp, kaldırtmışlardı ki bu benim sınıftaki rezil oluşumdan çok daha ileri bir boyuttu. Benim kurs macerama gelince; bir yandan yaşadığım iş yoğunluğum, Osmanlıca kursu ile Konservatuar arasında bir seçime zorladı beni. Konservatuarın evveliyâtı daha eski olduğu için Osmanlıca kursunu fedâ etmek durumunda kaldım. Kurs hocamın, beni çalıştığım tramvayda bulup, kursa devam etmem için telkinde bulunmasını ise tek bir şeye yorumladım yıllardır: bensiz olmuyordu!

13 Ağustos 2008 Çarşamba

İçinden Tramvay Geçen Hayatlar


Doğru söylemişsin Karagözüm; ilk yazıyı yazmamak lazım… Ben direk ikinci yazıdan başlıyorum. Kısaca öykümüzü anlatmak istiyorum…

“İçinden Tramvay Geçen Şarkı” ne çok şey katmış hayatlarımıza. Ne kadar çok söylemiş ne kadar çok dinlemişiz farkında olmadan. Çaya ve sigaraya endeksli sohbetlerimizde ne çok pasaj geçmişiz ezbere. Ya bunu yıllar sonra fark edişimize ne demeli…

Aslında fark ettiğimiz, o tramvayın çoktan hayatlarımızın içinden geçip gittiğiydi. Kenarda el sallayalı nice zaman olmuştu da anlayamadık… Zamanımız yoktu ardından yetişemedik. Koşmaya davrandığımızdaysa yorgunduk, bir adım bile atamadık… Ne çok şey yaşamış ne çok örselenmiştik hayatın içinde. Yıllarca burnumuzun ucunu göremedik.

Sonra bir gün, yıllar sonra bir gün, oturup tekrar izledik.

Ferhan Şensoy,”Fırtına benden çok korkarrrr!” dediğinde Hümeyra’nın o muhteşem çıkışını hatırladık. ”Fırtına senden nahhh korkar!” Hafızamız tazelenince sanki hayatımız da tazelendi. Uzaktan da olsa tramvayın sesini duymaya başladık. Üstelik bu defa içinden tramvay geçmiş hayatlara ulaşmak ta istedik.

“Sizin Hayatınızdan hiç tramvay geçti mi?”

1 Ağustos 2008 Cuma

İLK YAZI


Bilmiyorum siz benim gibi misiniz? Değilsinizdir herhalde. Niye benim gibi olacaksınız zaten! Benim gibi olmanın bana bir yararı yok ki size bir pansumanı olsun! Gel dikiz ki, ben böyleyim. Bu bir yaratılış konumu. Herkes benim gibi olmak zorunda değil. Ve fakat benim gibi olmayanlar, hiç olmazsa kendileri gibi olabilseler! Ne gezer? Onlar da herkes gibiler. Herkes gibi olmak bir tür sığınak. Sivri biber gibi ortada kalmanın insancıl ürküntüsü ve sürüyle gezmenin, kaval sesiyle süslenmiş güvencesi. Neyse ki öbürlerinden farklı olmak için yaratılmış, benim gibileri var ve iyi ki çoğunlukta değiller. Çünkü herkes benim gibi olsaydı, ben de herkes gibi biri olacaktım. Korkarım kendimi çok daha yalnız, alıngan ve nezle hissedecektim. Aynalı çarşı bir gezintiye dönüşürdü yaşam, bu herkes “ben” dünyada.
- N’aber ben?
- Biliyosun !

Konuşacak şeyimiz de kalmayacaktı. Şimdi var mı sanki? Giderek yitiriyoruz cümle kurma becerimizi ve yürekliliğimizi. Olabildiğince saydam ve dört bir yana bükülgen tümcelerle idare ediyoruz vaziyeti. Boş konuşmayla sayıklama arasında gidip gelen içe dönük söylenmeler halindeyiz. Kimsenin birbirini dinlememesi, anlaşmamızı sağlıyor. Sizi bilmem, fakat ben doğduğumda dört buçuk yaşımdaydım. Garip ve fakat gerçek! Buna ebem de çok şaşırdı, ebemkuşağı da. Ebem kuşaklıydı. Yani doğumumdan itibaren yaşıma göre çok ileri bir çocuktum. Her çocuk öyle olmaz. Hiç bi bok olamayan çocuklar da var. Beş yaşına gelip tay tay duramayan, on yaşında saate bakıp anlamayan, onüç yaşında doğru dürüst konuşamayan çocuklar var. Onlar da yaşlarına göre az biraz geri kalmış çocuklardır. Hoş, onüç yaşında konuşmayana pek çocuk denilemez, bu gibilere tıpta “sujet” diyorlar! Coğrafyada ne diyorlar bilemiyorum! Pek bir şey demezler herhalde. Coğrafya genel olarak bu tür iç organsal konuları incelemez. Yirmibeş yaşında hâlâ biberondan vazgeçemeyen oğlan çocukları ise çocuk sınıflandırmasına girmez; onun artık, hemen sünnet ettirilmesi, annesinden çok daha genç bir hanım tarafından emzirilmesi lazım…

Konu saçma gibi ortalığa yayıldı, bir saçmalık panayırı biçiminde. Kimbilir neyin hipotenüsü olarak, doğduğumda dört buçuk yaşımdaydım, beş yaşıma ulaşmam gereksizce altı ay kadar sürdü. İlk oyuncağım olmadı, onunla oynamamış oldum. Doğrudan ikinci oyuncağımla giriş yaptım oynama dünyasına. İlkokul için iri bulundum, ortaokuldan başladım eğitimime. İlk paltom, ikinci el bir paltoydu, daha önce kuzenim giymişti. O da onun ilk paltosu muydu, bilemiyoruz… İlk sevgilim konusunda çok zorlandım. Bu gereksiz ıkınmamın sonucu, ilk sevgilim olmadı, hemen ikinci sevgilimi bularak işe koyuldum. İlk fındık kırışımda, az kalsın dişimi kırıyordum! İlk aşkı hiç yaşamamak lazım. Yaralayıcı, yıpratıcı ve süründüratif ve iz bırakıcı olur ilk aşklar. Doğrudan ikinci aşkla girişmek lazım konuya.
İlk kitabım Kazancı Yokuşu’nu yazdığımda, ustam Haldun Taner’e okuttum. Arka kapağına, düşüncelerini yazmasını rica ettim. Beni heveslendirici, yol gösterici övgüler yazdı, ancak dedi ki:
- İlk kitaplar hep ziyan olur. İlk kitabı yazmamak lazım. (Ferhan Şensoy – Eşeğin Fikri)

İşte tam bu noktada biz de Ferhan ustaya saygılarımızı sunuyor; blog hayatımıza ikinci yazıdan başlıyoruz. Çünkü ; İLK YAZIYI YAZMAMAK LAZIM.