1 Ağustos 2008 Cuma

İLK YAZI


Bilmiyorum siz benim gibi misiniz? Değilsinizdir herhalde. Niye benim gibi olacaksınız zaten! Benim gibi olmanın bana bir yararı yok ki size bir pansumanı olsun! Gel dikiz ki, ben böyleyim. Bu bir yaratılış konumu. Herkes benim gibi olmak zorunda değil. Ve fakat benim gibi olmayanlar, hiç olmazsa kendileri gibi olabilseler! Ne gezer? Onlar da herkes gibiler. Herkes gibi olmak bir tür sığınak. Sivri biber gibi ortada kalmanın insancıl ürküntüsü ve sürüyle gezmenin, kaval sesiyle süslenmiş güvencesi. Neyse ki öbürlerinden farklı olmak için yaratılmış, benim gibileri var ve iyi ki çoğunlukta değiller. Çünkü herkes benim gibi olsaydı, ben de herkes gibi biri olacaktım. Korkarım kendimi çok daha yalnız, alıngan ve nezle hissedecektim. Aynalı çarşı bir gezintiye dönüşürdü yaşam, bu herkes “ben” dünyada.
- N’aber ben?
- Biliyosun !

Konuşacak şeyimiz de kalmayacaktı. Şimdi var mı sanki? Giderek yitiriyoruz cümle kurma becerimizi ve yürekliliğimizi. Olabildiğince saydam ve dört bir yana bükülgen tümcelerle idare ediyoruz vaziyeti. Boş konuşmayla sayıklama arasında gidip gelen içe dönük söylenmeler halindeyiz. Kimsenin birbirini dinlememesi, anlaşmamızı sağlıyor. Sizi bilmem, fakat ben doğduğumda dört buçuk yaşımdaydım. Garip ve fakat gerçek! Buna ebem de çok şaşırdı, ebemkuşağı da. Ebem kuşaklıydı. Yani doğumumdan itibaren yaşıma göre çok ileri bir çocuktum. Her çocuk öyle olmaz. Hiç bi bok olamayan çocuklar da var. Beş yaşına gelip tay tay duramayan, on yaşında saate bakıp anlamayan, onüç yaşında doğru dürüst konuşamayan çocuklar var. Onlar da yaşlarına göre az biraz geri kalmış çocuklardır. Hoş, onüç yaşında konuşmayana pek çocuk denilemez, bu gibilere tıpta “sujet” diyorlar! Coğrafyada ne diyorlar bilemiyorum! Pek bir şey demezler herhalde. Coğrafya genel olarak bu tür iç organsal konuları incelemez. Yirmibeş yaşında hâlâ biberondan vazgeçemeyen oğlan çocukları ise çocuk sınıflandırmasına girmez; onun artık, hemen sünnet ettirilmesi, annesinden çok daha genç bir hanım tarafından emzirilmesi lazım…

Konu saçma gibi ortalığa yayıldı, bir saçmalık panayırı biçiminde. Kimbilir neyin hipotenüsü olarak, doğduğumda dört buçuk yaşımdaydım, beş yaşıma ulaşmam gereksizce altı ay kadar sürdü. İlk oyuncağım olmadı, onunla oynamamış oldum. Doğrudan ikinci oyuncağımla giriş yaptım oynama dünyasına. İlkokul için iri bulundum, ortaokuldan başladım eğitimime. İlk paltom, ikinci el bir paltoydu, daha önce kuzenim giymişti. O da onun ilk paltosu muydu, bilemiyoruz… İlk sevgilim konusunda çok zorlandım. Bu gereksiz ıkınmamın sonucu, ilk sevgilim olmadı, hemen ikinci sevgilimi bularak işe koyuldum. İlk fındık kırışımda, az kalsın dişimi kırıyordum! İlk aşkı hiç yaşamamak lazım. Yaralayıcı, yıpratıcı ve süründüratif ve iz bırakıcı olur ilk aşklar. Doğrudan ikinci aşkla girişmek lazım konuya.
İlk kitabım Kazancı Yokuşu’nu yazdığımda, ustam Haldun Taner’e okuttum. Arka kapağına, düşüncelerini yazmasını rica ettim. Beni heveslendirici, yol gösterici övgüler yazdı, ancak dedi ki:
- İlk kitaplar hep ziyan olur. İlk kitabı yazmamak lazım. (Ferhan Şensoy – Eşeğin Fikri)

İşte tam bu noktada biz de Ferhan ustaya saygılarımızı sunuyor; blog hayatımıza ikinci yazıdan başlıyoruz. Çünkü ; İLK YAZIYI YAZMAMAK LAZIM.

4 yorum:

coffeé dedi ki...

"biz eskiden bugünü
daha pembe ummuştuk
meğer kader
cilvesiz normal kader
çok garip
çok lodos
bir sonbahar
tevekkülle karşıladık lili yar
lili lili marlen
lili yar
paldır küldür dürüldü
romantizmin defteri
dinamiti icat etti
alfred nobel
ona nobel verilmedi
bisiklet icat oldu
mertlik bozuldu
komandolar türedi
wagner’in lirizmi
nihilizm’den beklenmedik netice
tufa’ya geldi nitçe
fiziği altüst etti
radyoaktivite
radyolardan duyduk biz
potemkin gümbürtüsünü
biz eskiden bugünü
gayet pembe ummuştuk
aldatıldık mı yoksa
yoksa
yoksa
beraber mi aldandık
soru işareti"

ilk yorumu yazmamak lazım. ama hoşgeldin demek lazım :)

Adsız dedi ki...

Sen de hoş gelmiş ve ne iyi etmişsin sevgili coffeé. Biz eskiden sahiden de bugünleri "pastel pembe" umardık. İstesek bir sabah vakti Hacıvat kuzeyden, ben güneyden başlayıp dünyayı çiçek gibi yapardık. Yolumuza kimse duramaz, fırtına bile bizden çok korkar zannederdik. Üstelik yahudi bile değildik; yani bizden sabun bile olmazdı. Aldatıldık mı; yoksa TRT için kurgulanan beraber ve solo aldanışlar programı mıydık hiç bilemedik. Bildiğimiz; Osmanlıdan kalanı Osmansıza yedirdik. Şimdi içimizdeki ses :" Vira Vira Dünya! Al demiri git!" derken, ellerimiz sıkı sıkıya tramvayda ise hâlâ, bu akvaryum manyaklığından olsa gerek... :)

coffeé dedi ki...

:)) galiba..

hacivat dedi ki...

Efendim hoşbulduk...
Hayata dair umduğumuz bütün pembelerin, gri çırpınışlarda nasılda yok olduğunu yaşayarak öğrendik.Ama hala yaralarımıza adını bilmediğimiz bir "ecza" arayışıdır burda oluşumuz.Romantizmin defterine de eğer yazmayacaksak, yazmayacağımızı yazalım istedik Karagözle.