10 Haziran 2009 Çarşamba

Serbest Safsatalar

Eğer bir politikacı adayı iseniz, geleceğiniz için yapacağınız en iyi yatırım safsataları hatmetmek ve mümkün olduğunca sık kullanmaktır. Ama politikacı değil de, politikacı muhatabı olacaksanız, Serbest Safsatalara ilişkin farkındalığınızı bu defa kolay kandırılmamak için kullanmak durumundasınız. Ayrıca, Serbest Safsataların çoğu zaman pek eğlencelidirler. Zaman zaman anlamsız hatta hayli düzeysiz olabilmekle birlikte, sonuçları itibariyle insanı hiç olmayacak inançlara ve durumlara götürebilirler. Dahası, masum muhataplarını hayatta kötü seçimler yapmaya hatta şiddete yönlendirebilirler. Her ne kadar en çarpıcı örneklere basınımızda rastlanıyorsa da, gazeteci olmak için safsata yapmayı biliyor olmak da gerekli değildir.

Belirsizlik Grubu:

Türkçe’yi iyi kullanamamaktan kaynaklanan safsatalar grubudur. Bir cümlede kelimelerin veya ifadelerin açık olarak kullanılmamasından doğan hatalardan kaynaklanır. Belirsizlik safsatalarında ya kullanılan kelime veya ifade çok anlamlıdır, birden fazla manaya çekilebilir; ya da öyle müphemdir ki, anlaşılmaz. Cinaslı Safsata, Vurgulama Safsatası ve Çok Anlamlılık Safsatası bu gruptandır.

Cinaslı Safsata (fallacy of equivocation) anlamları farklı, yazılış veya söylenişleri aynı olan sözcüklerin kullanılmasıyla geliştirilen vargı.

Kanuna karşı gelenler hapse atılır.
Sen yerçekimi kanununa karşı geldin.
O halde hapse atılman lazım!
veya
Yarime bir gül dedim,
bir gül verdi bana.
veya
Çocuğa bu masalı okuduktan sonra yat dedim,
o da çamura yattı.

Bu da basından:
Yaşlanmanın nedeni vücuttaki serbest radikallermiş,
İnsanoğlu ne çekiyorsa radikalden çekiyor. (İlker Sarıer, 10.6.2000, Sabah)

Vurgulama Safsatası
(fallacy of accent) bir kelime veya ifadeye vurgu yaparak farklı bir anlam elde etme veya anlamı kaydırma hatası; noktalama bilgisinin önemine dikkat!

-Çalış baban gibi eşek olma.
-Çalış baban gibi, eşek olma.
-Çalış, baban gibi eşek olma.
veya
- Bu küçük bir felaket.
- Bu, küçük bir felaket. (olay )
- Bu küçük, bir felaket. (çocuk)

Basından:
“Sayın Cumhurbaşkanı, laik, demokratik cumhuriyeti ve ülke bütünlüğünü koruyucu yaptırımları daha etkili kılmak amacıyla hazırlanan KHK’yı geri yollamıştır.” ( Bülent Ecevit, 11.8.2000, Radikal)

Başbakan Ecevit, düşüncesini iki farklı vurgu yapıldığında iki farklı anlam çıkacak şekilde ifade ediyor: “amacıyla” sözcüğüne vurgu yapılırsa, “laik, demokratik cumhuriyeti ve ülke bütünlüğünü koruyucu yaptırımları daha etkili kılmak” Cumhurbaşkanının amacı, “hazırlanan” kelimesine vurgu yapılırsa KHK’yi hazırlayanların amacı olarak anlaşılıyor.

Çok Anlamlılık Safsatası (fallacy of amphiboly) birden fazla yoruma müsait olan ifade veya cümleden çıkarılan yargı.

Koskoca büroda bir daktilo bile yok.
-(Koskoca büroda bir yazı makinesi bile yok)
-(Koskoca büroda bir sekreter yok)
veya
Ali, Ayşe’yi Ahmet ile yakaladı.
-(Ali, Ayşe’yi Ahmet’le beraber uygunsuz bir vaziyette gördü)
-(Ali, Ahmet’in yardımıyla Ayşe’yi kovalamacada yakaladı)
-(Ali , Ahmet’le birlikte Ayşe’yi düşerken yakaladı)
veya
Ayşe, yalnız kaldığında annesini çağırdı.
-(Ayşe yalnızdı, annesini çağırdı)
-(Annesi yalnızdı, Ayşe annesini çağırdı)
veya
Trafik polisi bir milletvekilinin arabasını durdurur. Milletvekili hemen camı açarak “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorar. Polis elindeki telsizi kullanarak amirine sorar: “Amirim, bir aracı durdurdum, sürücüsü kim olduğunu bilmiyo, bana soruyor. Ne yapayım?”

Basından:
“Gelin yıldızının parladığı bu anı ziyan etmeyelim ve Türkiye’nin yalnız futboluyla değil her şeyiyle övünelim.” (Zülfü Livaneli, 19.5.2000, Sabah)
Yani?
- (Aslında türkiye’de hiçbir şey bahsedildiği kadar kötü değil. Futbolda olduğu gibi başka alanlarda da başarılı sonuçlar alıyoruz. Artık sadece futboldan değil, diğer başarılı olduğumuz alanlardan da bahsedelim)
Yani?
-(Şu anda türkiye futbol konusunda başarı elde etmişken olmuşken, gelin, çalışıp didinip diğer başka alanlarda da futbolda olduğu kadar başarılı olalım)


“Michael Jackson, aşırı derecede alkol alan biri kendisine zarar verebilir diye kaldığı otelde içki servisini yasaklattı.”
(20.5.2000, Sabah)

Yani?
-(Michael Jackson birisi kendisine hakim olamayıp çok içer, çok içerse de kendi kendisine zarar verir diye içki servisini yasaklatıyor)
Yani?
-(Michael Jackson birileri çok içer de sonra bana zarar verir diye içki servisini yasaklatıyor)

Karakol yaptıran, polis evi yaptıran, şehit polislerin ailelerine yardım eden sabıkalı kişilere, mafya babalarına ‘plaket’ler verildiğini gördüm. Öyle ki, bana bir ‘muhabbet tellalı’na plaket verme görevi de önerildi. Ben öneriyi ‘kaba’ bir biçimde geri çevirdim: ‘Bu plaketi ancak bir sermaye verebilir!’ Alınmadılar bile!.. Plaketi, bir işadamı verdi!...” (Orhan Tahsin, 5.9.2000, Ortadoğu)

Yazar, “sermaye” kelimesini, “fahişe” ve işadamı” olarak anlaşılacak şekilde kullanıyor.

Yeri gelmişken, Rusların “Ezop Dili” dedikleri bir iletişim biçimi vardır ki, “söylemeden söyleme” esasına, yani açıkça dillendirilmeyen öncüllerden vargıya varmaya çalışma esasına dayanır. Açıkça dillendirilmeyen öncüller, “ben söylemeyeyim ama siz anlayın” anlamına geldiğinden, muğlak, müphem, dilerseniz, kaçak demeç ya da metinlerle sonuçlanır. Çarların ve Bolşeviklerin en ağır baskı dönemlerinde ortaya çıktığı söylenen Ezop Dili Ustalarının varlığından söz edililir. Ancak, Ezop Dilinin ifade ve anlama yitimi olarak özetlenen toplumsal iletişimsizlikle sonuçlandığı da bir diğer vakıadır.

Hatalı Kıyas Grubu:
Az rastlanan olaylardan genel kurallar çıkarmak kıyaslama hataları olarak adlandırılır. Özelleştirme Safsatası ve Genelleştirme Safsatası (Fallacy of Converse Accident) olmak üzere iki türü vardır.

Özelleştirme Safsatası (fallacy of accident) genel ilke veya ifadenin istisnai durumlar için de geçerli olduğunu düşünme hatası, Aristo’un tesbit ettiği on üç orijinal safsatadan birisidir; meselâ, şehir içindeki hız sınırından çıkarak ambulansların yavaş gitmeleri gerektiği sonucuna varmak gibi; morfinin bir uyuşturucu olduğunu belirterak, hastahanelerde kullanımının yasaklanması gerektiğini savunmak gibi.

-“İnsanlara vurmak yanlıştır.”
-Saldırıya uğradığında karşılık vermemelisin.
veya
-“Yalan söylemek günahtır.”
-Hırsıza kasanın yerini doğru söylemelisin.

Basından:
Cumhurbaşkanının koltuğu neden öne konur? Çünkü o devleti temsil ediyor da onun için. Yani devlet her zaman öndedir. Cumhurbaşkanının koltuğu önde olursa, başka yerlerde de en küçük kademesine kadar devlet görevlerinin koltuğu önde olur. Bu ise, “Devlet her şeydir, birey ise hiçbir şey” diye düşünen, “devletlû” anlayışının bir yansımasıdır. (Oral Çalışlar, 21.5.2000, Cumhuriyet)

Yani?
-Cumhurbaşkanının önde oturmasının sebebi devleti temsil etmesidir.
-Küçük memurlar da devleti temsil ederler.
-En küçük kademeli memurun koltuğu da önde olur.


“Kemal Sunal'ın ölümü ihmaldenmiş. Sanki Türkiye'de her yıl benzer şekilde ölen binlerce Türk vatandaşının ölümü, aşırı ilgiden ve insan hayatına verilen değerdenmiş gibi. Türk dediğin böyle ölür.“ (Fatih Altaylı, 5.7.2000,Hürriyet)

Yani?
-Türk dediğin böyle /ihmalden/ ölür.
-Kemal Sunal, Türk’tür.
-İhmalden ölmüş olması doğaldır.

Genelleştirme Safsatası (fallacy of converse accident) özel durumlardan, özelliği olan istisnai haller için geçerli olan kurallardan, genel ilkelere ve ifadelere sıçrama yanlışı; bu safsata türünün istatiklerle yakın ilgisi vardır.

-Düğünde atılan silâh misafirlerden birisini vurdu.
-Bütün silâhlar toplanmalıdır.
veya
-Xanax bana çok iyi gelen bir ilaç.
-Reçetesiz satılmalı ki, herkes yararlanabilsin.

Basından:

“…İmzalamazsa devlet krizi çıkar. Dünya üzerinde hiçbir başbakan, kendi devletinin başkanını böylesine tehdit etmemiştir. Siz ettiniz. Gene imzalamadı.” (Hıncal Uluç, 23.8.2000, Sabah)
Yazarın böyle bir genelleme yapabilmesi için , iddiasını dünyadaki gelmiş geçmiş tüm başbakanlar ile cumhurbaşkanları arasındaki ilişkilerine dair istatistiklerle delillendirmesi gerekir.

“Kim ne derse desin, kaderin şakası yoktur. Çocuklukta bir kere gazeteci rolüne girdik diye, bizi oraya prangalamadı mı? (Mustafa Kaplan, 24.8.2000, Akit)”

Çocukluğunda gazeteci rolüne giren her çocuk, gazeteci olmaz.

İşte insana verilen değer ! ABD’ de 5,5 aylık doğan bebeği yaşatmak için onlarca insan seferber oldu 300 milyar harcandı. (13.5.2000,Sabah)
Münferit bir vaka olup, her premature çocuk için geçerli değildir.

“Epeyi eskilerde kaldı, bir zamanlar, taksi şoförleri kamu hizmeti yapar idiler. Şoför denilen kişi kendisine her yönden inanılan ve itimat edilen kişi demek idi. Meselâ benim dedem Bursa’da 18 yıl taksi şoförlüğü yaptıktan sonra imamlığa başlamış ve İstanbul’un önce Akşemseddin ve sonra da Cerrahpaşa Camilerinde görev yaparak oradan da Tanrı’ın rahmetine kavuşmuştu”. (Atilla Özdür, 31-8-200, Akit)

Yazarın dedesinin inanılan ve itimat edilen bir şoför olması, genele maledilemez; yazarın dedesinin inanılan ve itimat edilen birisi olduğu için imam olmuş olması da tüm imamlar için geçerli nitelikler olarak sunulamaz. Söz konusu zatın “dede” olması, inanılan ve itimat edilen şöför ve imamların eskilerde kalmış/bugün yok olmalarına da delât edemez.

“ Hep büyüklükler peşinde koşan bu toplumu artık iki arada bir derede kıstıramaz, oralara hapsedemezsiniz. Bakmayın siz 68’li kıytırıklara ve eski tüfek bağırtılara. Türkiye sür’atini kazanmıştır. Dev çoktan uyanmıştır. İnanmazsanız, şu Galatasaray’ın yaptıklarına bir bakın.” (Gürbüz Azak, 30.8.2000, Türkiye Gazetesi)

Yazar sadece Galatasaray’ın başarısından yola çıkarak Türk toplumunun artık çok daha başarılı olacağını iddia ediyor.

Artık tramvayda bir haber dinlediğimizde yahut okuduğumuzda ayıklama (= ayıltma) işlemi biraz zaman alabilir, lâkin aklın da bir ölçüsü var; kafaları safsatalarda doldurmamak lâzım, değil mi ya?

18 Eylül 2008 Perşembe

Böğürtlenli Yoğurt

Olsa da yesek değil mi? Bu başlıktaki amaç midenizi ve canınızı acımasızca faaliyete geçirip böğürtlenli yoğurt satışlarına katkı değil elbette. Efendim; ben bir ilkokul öğretmeniyim. Bu başlık da benim "işim" ile ilgili. Yıllar önce birinci sınıfları okuturken, çocuklarla birlikte keşfettiğimiz iki kelime: Böğürtlenli Yoğurt. Türkçenin yazımı en zor kelimesi ikisi de. Öğrencilerimle okuma yazma çalışması yaparken fark ettik ki söylendiğinde bu iki kelimeyi yazabilen öğrenci, söylenen her şeyi yazabiliyor anlamına geliyordu.


Bu konu dikkatimi çekince, onlara yazamadıkları, daha doğrusu yazmakta zorlandıkları kelimelerden oluşan kısa bir öykü yazmıştım. Öykü aynen şöyle:

Taha korkuyla gözlerini açtı. Odasında kelimeler vardı. Devasa büyüklükte yazılmış. Anlayamadı… Kelimeleri okumaya başladı. Bugün sınıfta öğretmenin söyleyip kendinin yazamadıklarına ne kadar benziyorlardı. Yok, yok hatta aynı kelimelerdi. Taha korkuyla yatağın içine iyice büzüldü. Düşündü daha doğrusu kendini düşünmeye zorladı. Tek çözüm geldi aklına, bir an önce odadan çıkmalıydı. Annesi ve babasının yanına gitmeliydi… Onlar bir çözüm bulurdu nasıl olsa. Taha büyük bir telaşla dışarı çıktı ve sesinin çıktığı kadar “Anneee!” diye bağırdı. Sesine cevap gelmedi. Etrafa şöyle bir bakınca evinde olmadığını anladı. Hemen kaçmalıydı buradan. Eve gitmeliydi. Çıktığı oda onun değil miydi? Neler oluyordu? Telaşla sokağa attı kendini.

Birden "kavun" büyüklüğünde “nohutlar” yağmaya başladı. Saklanacak yer ararken “köftecinin” arabasına çarptı. Köfteci ardından koşarken ayağı “pilav” tenceresine takıldı. “Pirinçler” etrafa saçıldı. Bir “havuz” gördü sevindi: “ Aaa, havuzdan “havuçlar” fırladı.” dedi. “Şezlonga” uzanıp “bornozlarını” aradılar.

Taha gözlerini kapattı. Her şeyin eski haline dönmesini diledi. Gözlerini açtığında inanamadı. Bir arabadaydı. Üstelik “şoför” yoktu. Araba “virajda” savruldu. “Bagaj” açıldı. “Bavullar” yola saçıldı. Bavullardan dev gibi “jiletler” çıktı. Arabanın ardından koşmaya başladı. Önlerine çıkan her şeyi kesiyorlardı. Birden “karpuz” tarlasına daldı. Kesilen karpuzlardan “düğmeler” “boncuklar” fırladı her yere.

Taha birden fark etti ki kelimelerden kaçamamıştı. İşte her yerde önüne çıkıyorlardı. Böğürtlenli yoğurt da buralarda bir yerde olmalıydı. Kendisini arabadan attı, artık korkmuyordu. “Ne istiyorsunuz benden” diye haykırdı. “Sadece bizi yazmanı.” dediler hep bir ağızdan. Taha çaresiz söz verdi. "Çok çalışıp hepinizi yazmayı öğreneceğim" dedi. Ortalığı bir böğürtlen kokusu kapladı. Birisi üzerine böğürtlenli yoğurt döküyordu sanki. Her yer yoğurt olmuştu. Artık yoğurdun içinde debeleniyordu. Çırpınmaya başladı. Nefes alamıyordu. Haykırmak istedi sesi çıkmadı.

Korkuyla gözlerini yavaşça araladı. Yumuşak bir el saçını okşuyordu. Annesi, "Korkma “kâbus” gördün sanırım." dedi. Taha “Evet evet anne, çok kötüydü anlatamam” dedi. Birden rahatlamıştı. Kötü bir rüya görmüştü sadece. Ama annesi neden “böğürtlenli yoğurt” kokuyordu? Gerçek miydi? Taha’ya mı öyle gelmişti?

Bu öykünün şimdilerde tramvaya düşmesinin sebebini mi merak ettiniz? Çünkü yine birinci sınıf okutmaktayım ve bol bol “böğürtlenli yoğurt” yazdıracağım günler beni beklemekte.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Gel Keyfim Gel

Sene bindokuzyüz-kimbilir; Osmanlı Arşivlerinin açılmasına ilişkin ciddi bir aydın talebi var ve dönemin hükûmet yetkilileri de "Olur, açalım!" diyor, lâkin, Osmanlıca bilen nerde? Öyle üç - beş kişiyle olacak iş değil ki bu. O halde, önce Bakanlık kararıyla kurslar açalım; bir süre bilenler bilmeyenlere öğretsin; sonra bir sınav açar içlerinden en iyi bilenlere görev veririz diyorlar. Bıy bıy, bıy bıy ! Benim arayıp ta bulamadığım. Yok efendim, bendeniz arşivlerle değil, doğrudan Osmanlıca'nın kendisi ile ilgiliyim. Nasıl da yoğun çalışıyorum o zamanlar, bir kursu takip edecek zaman şöyle dursun, kurslara kayıt olacak vaktim yok. Nitekim; gece ile gündüzü birbirine katıp, takvimi şaşırdığım için, tam da verilen sürenin bittiği gün gitmişim kayıt olmaya. Öyleydi, böyleydi derken bütün şirinliğimi kullanıp, etrafıma toplanan herkesi, Osmanlıca'nın benim tarafımdan öğrenilmeye ne kadar ihtiyacı olduğu konusunda iknâ etmeyi başarmıştım. Git, bize anlattıklarını bir de İl Milli Eğitim Müdürüne anlat, o da "he!" derse bu iş tamamdır dediler. Öyle de oldu ve ben son kursiyer olarak adımı tarihi kayıtlara geçirdim.

Dersler, şehrimizin şanlı kütüphanesinin esrârengiz odalarından birinde veriliyordu ve ben daha ilk derse on dakika gecikmeli girmiştim. Yani tanışma faslının sonunda. Hoş değil tabii; bir oda dolusu yabancının, on dakikada birbiriyle kaynaşıp, kıdem yaparak, "biz birbirimizi biliyoruz da sen kimsin?" der gibi bakışlarla sizi süzmeleri. Kem-küm ederek, usulca gösterilen sandalyeye iliştim. Her renkten insanın olduğu, karman çorman bir sınıfın içinde olduğum varsayımıyla, arada kaybolacağımı sandığımdan çekingenliğimi çabuk attım. Ta ki şehrimiz üniversitesinin Edebiyat Fakültesi profesörlerinden olan hocamızın "ara verelim" dediği âna kadar. O on dakikalık arada anladım ki; sınıfımız tam anlamıyla iki guruptan müteşekkil. Birinci gurup: orta yaş ve üzerindeki camii imam ve hatipleri. Pek çoğu Osmanlıca'yı bilmekte fakat, bakanlık imzalı bir sertifikaya göz dikmekte. İkinci gurup ise; İlâhiyat ve Edebiyat Fakültelerinde tahsil görüp, Osmanlıca dersinden bir türlü geçemeyen, ikmâllik, yağcı öğrenciler. Ya ben ??? Her iki gruba da dâhil olamayan Fasûlye !!! Bu durumum, süratle beni sınıfın maskotu konumuna itiverdi.


Konular herkese anlatılıyor lâkin, bir tek bana anlayıp - anlamadığım soruluyor, yahut bir benim safdilli sorularım -nedense- mûzip bulunup, mütebessim bir edâ ile yanıtlanıyor. Aslında alınıyorum tüm bu olup bitenlere ama, hayır, kararlıyım, gururum Osmanlıca öğrenme aşkıma engel olmamalı. Hem öğrendiklerimden de çok keyif alıyorum. Ev ödevi veriyor hocamız, aksatmadan çalışıyorum, evin duvarları kısa zaman içinde, ispirtolu kalın kesik uçlu kalemlerle Osmanlıca yazdığım abuk sabuk duvar kağıtlarıyla döşendi. Tabii; Osmanlıca öğrenirken nasıl ve hangi şekillerde yazıldığını da öğrenmelisiniz ki metinleri çözebilesiniz. Kûfî var, sülüs var, nesih var, celî var, rik'a var... Var da var yani ve bu varların da birbirinden farkı var.

Bir gün; "Hat Sanatı" diye bildiğimiz, Osmanlıca yazı çeşitleri konusu bitmişti nihâyet. Bitmişti ya, bakalım öğrenebilmiş miydik? Osmanlı'nın en büyük hattatlarının eserlerinden oluşan, kalın, kuşe baskılı bir kitap azmanı ile derse başladı hocamız. Sıra ile herkese bir sayfa açıp, okumasını ve tanımlamasını istiyordu. Vee tabi ki sıra bana da geldi. Niyeyse herkes peşinen bir güldü.

Bana düşen; İsmail Hakkı Altunbezer'in celî bir levhasıydı, üç sözcükten oluşuyor ve her sözcük de "k" (bazen de "g") sesini okutan "kef" harfiyle başlıyordu. Elifti, lâmelifti derken, yüksek bir sesle hiç düşünmeden okuyuverdim levhayı : Kel! Keyfim! Kel! Cümle ağzımdan çıktığı gibi, yaptığım hatayı farketmiştim ama, çok geçti. Bütün sınıf çoktan gülmek mevhûmunu katılmak boyutuna taşımıştı. Evde sayfalar dolusu "Bu da Geçer Ya Hû" yazdığımı hatırlıyorum sonra. Aslında bu iki cümlenin İstanbul'un işgâl yıllarına dayanan düşündürmatik bir öyküsü de var. İşgâl sürerken aydınlık kafalı, esnaf bir hazret, bomboş vitrinine işgâl bitene kadar "Bu da Geçer Yâ Hû" yazılı hat levhasını koymuş; işgal sona erip, düşman defedilince de "Gel Keyfim Gel" yazılı hat levhası ile değiştirmiş. O vakitler, protesto linkleri ve sanal imzalar olmadığından, hazret, böyle bir protestoyu tam da cuk oturtmuş doğrusu. Yıllar sonra azıcık rezil olmama sebep olmuş, ne gam? Daha beterlerine tanık oldum çok sonra.

2005 yılının yaz sonları "İstanbul Yaya Sergileri" kapsamında Karaköy'deki bir binaya bu iki yazıyı bir bez afiş marifeti ile astıklarında oldukça tanımsız bir gürûh "Ahha da laiklik elden gitti işte!" diyerek olay çıkarıp, kaldırtmışlardı ki bu benim sınıftaki rezil oluşumdan çok daha ileri bir boyuttu. Benim kurs macerama gelince; bir yandan yaşadığım iş yoğunluğum, Osmanlıca kursu ile Konservatuar arasında bir seçime zorladı beni. Konservatuarın evveliyâtı daha eski olduğu için Osmanlıca kursunu fedâ etmek durumunda kaldım. Kurs hocamın, beni çalıştığım tramvayda bulup, kursa devam etmem için telkinde bulunmasını ise tek bir şeye yorumladım yıllardır: bensiz olmuyordu!

13 Ağustos 2008 Çarşamba

İçinden Tramvay Geçen Hayatlar


Doğru söylemişsin Karagözüm; ilk yazıyı yazmamak lazım… Ben direk ikinci yazıdan başlıyorum. Kısaca öykümüzü anlatmak istiyorum…

“İçinden Tramvay Geçen Şarkı” ne çok şey katmış hayatlarımıza. Ne kadar çok söylemiş ne kadar çok dinlemişiz farkında olmadan. Çaya ve sigaraya endeksli sohbetlerimizde ne çok pasaj geçmişiz ezbere. Ya bunu yıllar sonra fark edişimize ne demeli…

Aslında fark ettiğimiz, o tramvayın çoktan hayatlarımızın içinden geçip gittiğiydi. Kenarda el sallayalı nice zaman olmuştu da anlayamadık… Zamanımız yoktu ardından yetişemedik. Koşmaya davrandığımızdaysa yorgunduk, bir adım bile atamadık… Ne çok şey yaşamış ne çok örselenmiştik hayatın içinde. Yıllarca burnumuzun ucunu göremedik.

Sonra bir gün, yıllar sonra bir gün, oturup tekrar izledik.

Ferhan Şensoy,”Fırtına benden çok korkarrrr!” dediğinde Hümeyra’nın o muhteşem çıkışını hatırladık. ”Fırtına senden nahhh korkar!” Hafızamız tazelenince sanki hayatımız da tazelendi. Uzaktan da olsa tramvayın sesini duymaya başladık. Üstelik bu defa içinden tramvay geçmiş hayatlara ulaşmak ta istedik.

“Sizin Hayatınızdan hiç tramvay geçti mi?”

1 Ağustos 2008 Cuma

İLK YAZI


Bilmiyorum siz benim gibi misiniz? Değilsinizdir herhalde. Niye benim gibi olacaksınız zaten! Benim gibi olmanın bana bir yararı yok ki size bir pansumanı olsun! Gel dikiz ki, ben böyleyim. Bu bir yaratılış konumu. Herkes benim gibi olmak zorunda değil. Ve fakat benim gibi olmayanlar, hiç olmazsa kendileri gibi olabilseler! Ne gezer? Onlar da herkes gibiler. Herkes gibi olmak bir tür sığınak. Sivri biber gibi ortada kalmanın insancıl ürküntüsü ve sürüyle gezmenin, kaval sesiyle süslenmiş güvencesi. Neyse ki öbürlerinden farklı olmak için yaratılmış, benim gibileri var ve iyi ki çoğunlukta değiller. Çünkü herkes benim gibi olsaydı, ben de herkes gibi biri olacaktım. Korkarım kendimi çok daha yalnız, alıngan ve nezle hissedecektim. Aynalı çarşı bir gezintiye dönüşürdü yaşam, bu herkes “ben” dünyada.
- N’aber ben?
- Biliyosun !

Konuşacak şeyimiz de kalmayacaktı. Şimdi var mı sanki? Giderek yitiriyoruz cümle kurma becerimizi ve yürekliliğimizi. Olabildiğince saydam ve dört bir yana bükülgen tümcelerle idare ediyoruz vaziyeti. Boş konuşmayla sayıklama arasında gidip gelen içe dönük söylenmeler halindeyiz. Kimsenin birbirini dinlememesi, anlaşmamızı sağlıyor. Sizi bilmem, fakat ben doğduğumda dört buçuk yaşımdaydım. Garip ve fakat gerçek! Buna ebem de çok şaşırdı, ebemkuşağı da. Ebem kuşaklıydı. Yani doğumumdan itibaren yaşıma göre çok ileri bir çocuktum. Her çocuk öyle olmaz. Hiç bi bok olamayan çocuklar da var. Beş yaşına gelip tay tay duramayan, on yaşında saate bakıp anlamayan, onüç yaşında doğru dürüst konuşamayan çocuklar var. Onlar da yaşlarına göre az biraz geri kalmış çocuklardır. Hoş, onüç yaşında konuşmayana pek çocuk denilemez, bu gibilere tıpta “sujet” diyorlar! Coğrafyada ne diyorlar bilemiyorum! Pek bir şey demezler herhalde. Coğrafya genel olarak bu tür iç organsal konuları incelemez. Yirmibeş yaşında hâlâ biberondan vazgeçemeyen oğlan çocukları ise çocuk sınıflandırmasına girmez; onun artık, hemen sünnet ettirilmesi, annesinden çok daha genç bir hanım tarafından emzirilmesi lazım…

Konu saçma gibi ortalığa yayıldı, bir saçmalık panayırı biçiminde. Kimbilir neyin hipotenüsü olarak, doğduğumda dört buçuk yaşımdaydım, beş yaşıma ulaşmam gereksizce altı ay kadar sürdü. İlk oyuncağım olmadı, onunla oynamamış oldum. Doğrudan ikinci oyuncağımla giriş yaptım oynama dünyasına. İlkokul için iri bulundum, ortaokuldan başladım eğitimime. İlk paltom, ikinci el bir paltoydu, daha önce kuzenim giymişti. O da onun ilk paltosu muydu, bilemiyoruz… İlk sevgilim konusunda çok zorlandım. Bu gereksiz ıkınmamın sonucu, ilk sevgilim olmadı, hemen ikinci sevgilimi bularak işe koyuldum. İlk fındık kırışımda, az kalsın dişimi kırıyordum! İlk aşkı hiç yaşamamak lazım. Yaralayıcı, yıpratıcı ve süründüratif ve iz bırakıcı olur ilk aşklar. Doğrudan ikinci aşkla girişmek lazım konuya.
İlk kitabım Kazancı Yokuşu’nu yazdığımda, ustam Haldun Taner’e okuttum. Arka kapağına, düşüncelerini yazmasını rica ettim. Beni heveslendirici, yol gösterici övgüler yazdı, ancak dedi ki:
- İlk kitaplar hep ziyan olur. İlk kitabı yazmamak lazım. (Ferhan Şensoy – Eşeğin Fikri)

İşte tam bu noktada biz de Ferhan ustaya saygılarımızı sunuyor; blog hayatımıza ikinci yazıdan başlıyoruz. Çünkü ; İLK YAZIYI YAZMAMAK LAZIM.